Mary Shelley’nin adının geçtiği her yazı istemsizce kendisini okutuyor. Geçtiğimiz günlerde Can Yayınları etiketiyle çıkan ‘Mathilda’yı görür görmez bunu düşündüm. Zira Shelley, İngiliz edebiyatı kadın yazarlar arasında en ilginç karakterlerden biri; hem hayatı hem de modern bilim kurgu deyince akla gelen ilk eserlerden ‘Frankenstein’ı yazdığını düşününce…
‘Frankenstein’ın ünlü olması da ilginç bir hikayeye dayanıyor. 1797’de ünlü kadın hakları savunucusu Mary Wollstonrcraft ile filozof William Godwin’in kızı olarak doğan Shelley, 17 yaşında evli şair Percy Besshe ile aşk yaşamaya başlıyor. Şairin evli olması nedeniyle İsviçre’ye kaçmak zorunda olan çift, 1816 yazını Cenevre’de Lord Byron, John William Polidori ve Claire Clairmont gibi ünlü sanatçı ve düşünürlerle geçiriyor; bu sırada kendi aralarında en güzel korku öyküsünü kimin yazacağına dair bir yarışma düzenliyorlar. O sırada 19 yaşında olan Shelley, gördüğü kabustan esinlenerek yazdığı ‘Frankestein’la katılıyor. Bu kitapla da yazarlık serüveni başlamış oluyor. Hem de ne başlamak! Onun kabusu halen hepimizi etkiliyor.
UĞURSUZ MATHILDA
1820’de Shelley bu kez ‘Mathilda’yı yazıyor, aynı zamanda yayımcısı da olan babası, bu kitabı nedendir bilinmez yayınlamayı reddediyor. Shelley, beyin kanaması nedeniyle 1851’de hayatını kaybediyor. Bu metin de yazarının ölümünün çok sonrasına, 1959 yılına kadar basılmıyor.
Aslında bu metnin uğursuz olduğunu yazarı bile düşünmeye başlıyor; zira metni tamamlamasından kısa süre sonra eşini kaybediyor. Kitabın konusuna gelince, gerçekten ruhu daraltma potansiyeli yüksek trajik olaylardan birini konu alıyor.
108 sayfalık kısa bu anlatı, annesini doğduğu sırada kaybeden, babasınınsa terk ettiği, soğuk mizacından başka hayatına pek de etkisi olmayan halasıyla büyümüş 16 yaşındaki Mathilda’nın hikayesini konu alıyor. Yalnızlıktan çevresinde bulunan her şeyi arkadaşı olarak kabul etmeye hazır olan Mathilda’nın hayatı babasının bir anda dönüşüyle değişiyor. Tam her şey yoluna girer, kahramanımız aradığı ebeveyn sevgisini babasında bulur derken çarpık, insanı deliliğe sürükleyebilecek bir duyguyla kaşı karşıya kalıyor.
Ölümün ve korkunun kol gezdiği, fazla hassasiyetin ve duygusal dozu fazlaca yüksek satırların yer aldığı metin, okurun yüreğini sıkıştırıyor. Heyhat lafının bu kadar sık geçtiği bir yazın daha elbet vardır, bu kitap da o sıralama da hak ettiği yeri alır diye düşünüyorum. Ucundan başladığınız cümlenin sonunu bulmak da zorladığınız bu metin hayatında yeterince sıkıntısı olmayanların bence başucu kitabı olabilir. Okurken içim sıkışan bu kitabı çeviren Özlem Alkan K’ya umarım Allah sabrını vermiştir. Kitabın çevirisinin başarılı olduğunu ancak konunun okuyucuyu ruhsal anlamda daraltacağının tekrar altını çizmekte fayda görüyorum.